İnsan evrimi boyunca, her insan grubu yavaş yavaş kozmostaki izolasyonunun ne kadar büyük ve hayatta kalma durumunun ne kadar tehlikeli olduğunu anlayınca evrenin rastgele ve ezici güçlerini daha yönetilebilir veya en azından daha anlaşılabilir kalıplara dönüştürmek için efsaneleri ve inançları geliştirdi. (Sağ olsun!)
Her kültürün en büyük fonksiyonlarından birisi üyelerini kaosa karşı korumak, önemli olduklarına ve sonunda başarılı olacaklarına dair onlar güven vermektir. Eskimolar, Amazon havzası avcıları, Çinliler, Navaholar, Avustralya Aborjinleri, New Yorklular (ya da Goralılar); hepsi evrenin merkezinde yaşadıklarını ve onları geleceğe hızla götüren özel bir yazgıları olduğunu kesin olarak kabul ederler. Seçkin ayrıcalıklara dair böylesi bir güven olmadan varoluşun olasılıklarıyla yüzleşmek zor olurdu. Olması gereken de budur. Ama bazen kişinin dost canlısı kozmosun ortasında güvenliği bulduğuna dair hissinin tehlikeli olduğu zamanlar vardır.
Kalkanlara (ya da kültürel efsanelere) gerçekçi olmayan bir şekilde inanmak bu kalkanların başarısız olması durumunda aynı derecede büyük bir hayal kırıklığına neden olur. Bu daha çok bir kültür iyi bir şans elde ettiğinde ve bir süreliğine gerçekten doğa güçlerini kontrol etmenin bir yolunu bulmuş gibi göründüğünde olur. Bu noktada seçilmiş insanların artık büyük bir terslikten korkmasına gerek kalmadığına inanmaya başlamak mantıklıdır. Romalılar Akdeniz’i birkaç yüzyıl boyunca yönettikten sonra bu evreye ulaştılar, Çinliler Moğol istilasından önce ve Aztekler İspanyolların gelişinden önce aşılmaz üstünlüklerine güveniyorlardı.
Hayatın kolay olduğuna inanmaya başladıklarında ilk terslik işareti karşısında cesaretlerini ve kararlılıklarını hızla kaybedebilirler.
Bu kültürel kendini beğenmişlik veya aslında insan ihtiyaçlarına kayıtsız olan bir evrene karşı yetkili olduğumuza dair kibirli varsayım, genelde soruna neden olur. Yersiz güvenlik hissi öyle ya da böyle kaba bir uyanışa neden olur. İnsanlar gelişimin kaçınılmaz ve hayatın kolay olduğuna inanmaya başladıklarında ilk terslik işareti karşısında cesaretlerini ve kararlılıklarını hızla kaybedebilirler. İnanmış oldukları şeylerin tamamen doğru olmadığInı fark etmeye başlayınca ise öğrendikleri diğer her şeye olan inançlarından vazgeçerler. Kültürel değerlerin onlara verdiği alışıldık destekten yoksun olarak bir endişe ve hissizlik bataklığına girerler.
Bu tür düş kırıklığının belirtilerini çevremizde gözlemlemek artık zor değil. En bariz olanları pek çok kişinin yaşamını etkileyen yaygın bitkinlikle ilişkilidir. Gerçekten mutlu bireyler çok az ve nadirdir. Yaptığı işten zevk alan, kendi payına düşenle makul biçimde tatmin olan, geçmişinden pişman olmayan ve gerçek bir güvenle geleceğe bakan kaç insan tanıyorsunuz? Diyojen, iki bin üç yüz yıl önce feneriyle dürüst bir insan bulmakta zorlandıysa, bugün belki de mutlu bir insan bulmakta zorlanırdı.
Bu genel keyifsizlik doğrudan dış nedenlere bağlı değildir. Çağdaş dünyadaki diğer birçok ulusun aksine sorunlarımızdan dolayı zor çevresel koşulları, yaygın fakirliği veya yabancı işgalci bir ordunun baskısını suçlayamayız. Memnuniyetsizliğin kökleri içerdedir ve her zaman insan bunları kendi gücüyle kişisel olarak halletmelidir. Geçmişte işe yarayan kalkanlar –din,vatanseverlik, etnik gelenekler ve sosyal sınıfların aşıladığı alışkanlıkların eskiden sağladığı düzen– kaosun sert rüzgarlarına maruz kaldığını hissseden ve giderek artan sayıdaki insana karşı artık etkili değildir.
İç düzenin eksikliği, kendisini bazılarının ontolojik endişe veya varoluşsal sancı dedikleri öznel durumlarda gösterir. Temelde bu var olma, hayatın bir anlamının olmadığına ve varoluşun devam etmeye değmediğine dair bir korkudur.
Hiçbir şeyin anlamı yok gibidir. Son birkaç nesildir nükleer savaş tehlikesi umutlarımıza eşi görülmemiş bir tehdit ekledi. İnsan türünün tarihsel mücadelesinin hiçbirinin bir anlamı kalmamış gibidir. Boşlukta kayıp giden unutulmuş birer zerre gibiyiz. Her geçen yıl fiziksel evrenin kaosu kalabalıkların zihinlerinde büyüyor.
İnsanlar hayatta ilerledikçe, gençliğin umut vadeden cahilliğinden, yetişkinliğin ciddiyetine geçince eninde sonunda giderek artan bir şekilde rahatsız edici bir soruyla karşılaşırlar: “Hepsi bu mu?” Çocukluk acılı, ergenlik kafa karıştırıcı olabilir ama çoğu insanda, bunların hepsinin ötesinde büyüyünce işlerin daha iyi olacağına dair bir beklenti (yanılgı) vardır.
Yetişkinliğin ilk yıllarında gelecek hala umut vericidir, insanın hedeflerinin gerçekleşeceğine dair umudu vardır. Ama kaçınılmaz biçimde banyo aynası ilk beyazları gösterir ve o fazla kiloların gitmeyeceği gerçeği (Siz yine de ümidinizi kaybetmeyin) onaylar; kaçınılmaz olarak gözler bozulmaya başlar ve tüm vücutta gizemli bir acı gezinmeye başlar. Birisi hala akşam yemeği yerken etraftaki masalar kahvaltı servislerini dizmeye başlayan garsonlar gibi ölümlülük imaları acı biçimde mesajı iletir.
Senin zamanın doldu, devam etme vakti.
Bu olduğunda çok az insan hazırdır: “Bir dakika, bu benim başıma gelemez. Daha yaşamaya başlamadım bile. Kazanmam gereken o kadar para nerede? Yaşayacağım tüm o güzel zamanlar nerede?”
Bir gelecek vaadiyle kandırılmışlık ve aldatılmışlık hissi bu farkına varmanın anlaşılır bir sonucudur. İlk yıllardan itibaren iyi huylu bir karderin bize her şeyi vereceğine inanmak için koşullanmışızdır. Sonuçta herkes, insanlık tarihinin bilimsel olarak en ileri döneminde gelmiş geçmiş en zengin ülkede, en etkili teknolojiyle çevrili olarak, en bilge anayasa tarafından korunduğumuz için çok talihli olduğumuzu kabul ediyor gibi. Bu nedenle insan ırkının daha önceki mensuplarına göre daha zengin ve daha anlamlı bir hayat süreceğimizi beklemek makuldür.
O ilkel geçmişte yaşayan dede ve ninelerimiz memnun olabiliyorsa bizim ne kadar mutlu olmamız gerektiğini bir hayal edin? Bilim insanların bize böyle olduğunu söylüyorlar, din insanları tarafından böyle anlatılıyor ve iyi hayatı öven binlerce reklam bunu doğruluyor. Ama tüm bu onaylamalara rağmen eninde sonunda yalnız uyanıyor ve bu refah içinde, bilimsel ve sofistike dünyanın bize mutluluk vermesinin hiçbir yolu olmadığını hissediyoruz.
Bu farkına varma yavaşça sindirilirken farklı insanlar buna farklı tepkiler veriyor. Bazıları bunu görmezden gelip hayatımızı iyileştirmesi gereken şeyleri –daha büyük arabalar ve evler, iş yerinde daha fazla güç ve daha şaşalı bir hayat tarzı– elde etmek için çaba göstermeye devam ediyorlar. İnsanlar çabalarından vazgeçmeden tam gaz ulaşmaya kararlıdırlar ama bu yine ellerinden kaçar.
Bazen bu çözüm işe yarar çünkü insan rekabetçi mücadelenin içine o kadar çekilmiştir ki amacın yanına bile yaklaşamadığını fark etmeye zamanı kalmaz. Ama insan düşünmek için kendine zaman tanırsa o zaman bu hayalden uyanmaya başlar; Para, güç, statü ve sahip olunan şeylerin tek başlarına hayat kalitesine tek bir zerre katmadığı her başarıdan sonra daha anlaşılır hale gelir.
Diğerleri ise tehdit eden semptomlara doğrudan saldırmaya karar verir. Eğer ilk alarmı veren vücut olursa diyet yaparlar, sağlık kulüplerine katılırlar, aerobik yaparlar veya estetik ameliyat olurlar. Sorun kimsenin dikkat etmemesi ise daha fazla güç elde etmek veya arkadaş bulmak üzere kitaplar satın alırlar, kendine güven eğitimlerine kayıt olurlar ve motivasyon etkinliklerine giderler. Ama bir süre sonra bu bölük pörçük çözümlerin de işe yaramadığı anlaşılır.
Bakımına ne kadar zaman ayırırsak vücut eninde sonunda vazgeçer. Kendine daha çok güvenen birisi olmayı öğrenirsek istemeden de olsa arkadaşlarımıza yabancılaşabiliriz ve yeni arkadaşlar edinmek için çok fazla zaman harcarsak eşimiz ve ailemizle olan ilişkilerimizi tehdit edebiliriz. Patlamak üzere olan çok fazla baraj ve bunların hepsiyle ilgilenmeyecek kadar az zaman vardır.
Bazıları ise yerine getirmenin mümkün olmadığını tüm talepler yetişmeye çalışmanın anlamsızlığıyla yılgınlığa kapılırlar, teslim olurlar ve daha kayıtsız bir şekilde yaşamak üzere ağırbaşlılık içinde emekli olurlar. Candide’nin tavsiyesine uyarak dünyadan vazgeçer ve kendi küçük bahçelerini ekip biçerler. Zararsız bir hobi edinmek, soyut resimler ve porselen heykelcik koleksiyonu yapmak gibi kaçmanın daha yumuşak halleriyle amatörce ilgilenebilirler veya kendilerilni alkol ve uyuşturucunun hayal dünyasında kaybedebilriler. Egzotik zevkler ve pahalı tatiller bireyin zihnini “Hepsi bu mu?” temel sorusundan geçici olarak uzaklaştırabiliyor ancak çok az insan bu şekilde bir yanıt bulduğunu iddia ediyor.
Geleneksel olarak, insanlar varoluş sorunuyla en doğrudan şekilde din aracılığıyla yüzleşmiştir ve hayal kırıklığı içinde dine dönen insanların sayısı giderek artmaktadır. Bu insanlar ya standart inançlardan birisini ya da daha ezoterik Doğu inançlarından birisini seçiyorlar. Ancak dinler hayatın anlamsızlığıyla başa çıkmak için sadece geçici olarak başarı sağlar. Tarihin bazı anlarında dinler insan varoluşunda neyin yanlış olduğunu ikna edici bir biçimde açıklamış ve güvenilir yanıtlar vermiştir. Çağımızın dördüncü ve sekizinci yüzyılları arasında Hristiyanlık Avrupa’da yayıldı, Orta Doğu’da İslam yükseldi ve Budizm Asya’yı fethetti.
Dört yüz yıl boyunca bu dinler insanlara tatmin edici hedefler verdi ve insanlar bunların peşinde ömürlerini geçirdi. Ama bugün bu dinlerin dünya görüşlerini kesin olarak kabul etmek daha zordur. Doğruların özü değişmeden kalmış olsa da dinlerin kedi doğrularını sunma şekilleri-efsaneler, vahiyler ve kutsal metinler- bilimsel rasyonellik çağında artık insanı inanca itmiyor.
Bir gün yeniden çok önemli yeni bir din ortaya çıkabilir. Ancak bu esnada, var olan kiliselerde teselli arayanlar iç huzur karşılığında dünyanın işleyişi üzerine önemli şeyleri görmezden gelmek için örtülü bir anlaşmayı kabul etmeye devam ederler.
Bu çözümlerin hiçbirisinin artık etkili olmadığına dair kanıtlar inkar edilemez boyuttadır. Maddi görkeminin en şaşalı günlerinde toplumumuz şaşılacak türde ilginç sorunlar yaşıyor. Yasadışı uyuşturuculara bağımlılğın yaygınlaşmasından elde edilen kârlar, katilleri ve teröristleri zengin ediyor. Yakın gelecekte, kanuna uyan vatandaşların karşısında hızla varlık ve güç kazanan eski uyuşturucu satıcılarından oluşan bir oligarşi tarafından yönetilmemiz olasıdır. Ayrıca cinsel hayatlarımızda “ikiyüzlü” ahlakın prangalarından kurtularak birbirimize yıkıcı virüsler bulaştırdık.
Gidişat çoğu zaman o kadar rahatsız edici ki yoruluyoruz ve son istatistikleri dinlerken duymazdan geliyoruz. Ama kötü haberlerden kaçınmak için deve kuşu stratejisi hiç de verimli değildir; gerçeklerle yüzleşmek ve istatistiklerden birisi olmamaya çalışmak daha iyidir.
Yine de gelecek o kadar pembe görünmüyor. Bugünün gençleri yaşlıların muzdarip olduğu keyifsizliğin belirtilerini bazen daha kuvvetli biçimde gösteriyorlar. Artık daha az genç insan çocuk yetiştirmenin sorumluluklarını paylaşan iki ebeveynin de olduğu ailelerde büyüyor. Hayatla yüzleşmekte daha önceden hayal bile edilemeyen seviyelerde ilerleme kaydetmişken, daha az imtiyazlı atalarımıza kıyasla daha çaresiz görünmemizin sebebi nedir? Yanıt net gibi, insalık kolektif olarak maddi güçlerini binlerce kat geliştirmiş olsa da deneyimin içeriğini geliştirmek söz konusu olduğunda çok da ileriye gidemedi.
Kalanı bir sonrakinde.
Kaynakça:
Csikszentmihalyi, M. (1990). Flow: The psychology of optimal experience. Harper & Row.