Bazı yazarlar vardır; ömrü kısa, eseri az ama iz bırakan. Alain Fournier bu yazarlardan biri. Yalnızca bir eserle, “Adsız Ülke” ile edebiyat dünyasına damgasını vurmuş bir isim. Fournier’in bu eseri, sadece bir roman olmanın ötesinde, derin bir aşkın, hüznün ve özlemin şiirsel bir dökümüdür. Yazarın “benim sanat ve edebiyat ilkem çocukluktur” sözü, bu romanın ruhunu da işaret eder.
Alain Fournier’in hayatı, genç yaşta, Birinci Dünya Savaşı’nın acımasızlığında son bulsa da, eserinin yarattığı etki zamanın ötesinde. Bir kere görüp unutamadığı sarışın bir kızın etkisinde kaldığına dair söylentiler, bu yazıda da oldukça iyi hissediliyor.
Bu bağlamda, “Sadakat Ne Büyük Yalan” başlıklı yazıda da, Fournier’in bu dokunaklı eserinden parçaları bulacaksınız. Bu yazı, biraz olsun yazarın yaşadığı hayatı hissedip, iyi olmayan kişi ya da durumlarla karşılaşınca nasıl içgörüler oluşabileceğinin de deneyimini sunuyor. Keyifli okumalar.
Yaşam bazen biz hiç fark etmeden akıp geçenlerdir. Çoğunluklaysa bize rağmen olanlar. Ölüm, mutluyken başımızda dikildiğindeyse, geriye kalan anımsamalar olur. Hem de tam ne güzelmiş hayat derken.
Geçmiş gözlerimin önünde. Bir saniyelik görüntü karmaşası değil hayatımın yılları. Annemin kucağındaki ilk ağlayışım, babamın uykusuzluktan şişmiş gözleri, yatağım. Güvenli kollardan vazgeçmek kolay değil. Hastanede geçen dört gün. Panik ve endişe. Evde doğmayı tercih ederdim. Doktorlar büyük, duvarlar sonsuz. Durmadan konuşan insanların sesi kafamı şişiriyor. Herkesin konuştuğu bir otobüste akşamdan kalma olduğunuzu hayal edin, durumumun zorluğunu daha kolay anlayacaksınız.
1886 yılı. Henüz evler ağaçların arasında bekliyor, çiçekler bahçelerde salınıyor, komşular birbirlerine gülümseyerek yaşıyor. Çok merdivenli bir bina, mavi duvarlı oda, ızgaralı karyola. Benim için seçtikleri arkadaşlar bunlar.
Aralık, ocak ve şubat ağlamakla geçiyor. Bağırmalarım sadece benim bildiğim bir dilin kelimeleri. Kimse ninnilerden başımın şiştiğini anlamıyor. Ne beni kucağında avutmaya çalışan annem, ne de başucunda bekleyen babam yaşamımın korkularının farkında değil. Hepimizin mecbur olduğu yaşama sanrısı, acıları atlatabildiğimde ‘insan’ diye adlandırılıyorum.
‘Alban’ diyorlar bana. Uyuduğumda sevgiyle, ağlarken çaresizilikle. Annem bütün gün yanı başımda masallar ve hayallerle avutuyor beni; babam okula, öğrencilerinin yanına gidiyor, her akşam altıda eve geliyor. Gece yorgun argın kanapeye uzandığında susmaya çalışıyorum. Annem aceleyle masayı hazırlıyor.
Yürümeye başladığımda engeller zorlaşıyor. Köşeli cisimlerden, yanıcı sobalardan ve ayakların altından uzak durmalıyım. Bir labirent gibi evin odaları, bense yolunu şaşırmış bir fare.
Ancak konuşmaya başlayınca hayat anlam kazanıyor. Kelimeler teker teker dudaklarımdan döküldüğünde kendimi paraladığım dakikalar azalıyor. Acıkınca mama istemeyi biliyorum, daha uzun cümleler için beklemem gerekiyor. Henüz hayatın anlamını tartışmak için çok gencim.
Büyümek çok uzun sürmüyor. İlk adımı atıp, ilk sözcüğü söyledikten sonra çocuk olmak kolay. Top oynamak en büyük zevkim. Elbiselerim çamurlarla boyanana, annem yemeğe çağırmak için nefessiz kalana, babam kulağımdan tutup eve sürükleyene kadar yuvarlak sokaklar arasında sürüklenip duruyorum. Kitaplar alınıyor okumam için. Bütün gününü okulda geçirdikten sonra kim sayfalar arasında zaman kaybetmek ister ki?
“Onlu yaşlar bir adamın hayatında çok zor geçer,” diyor babam. Islak rüyalardan, kadınlardan ve duygular aleminde çıkacağım keşif gezilerinden bahsediyor. Elime şiir kitaplarını tutuşturuyor. Ruhunu beslemeyenin kalbi küçük kalırmış. Okuyorum elbette, babam istediğine göre.
Annem endişeli. Eve giriş çıkış saatlerimi kontrol ediyor. Beş dakika gecikecek olsam gözyaşları yemek tenceresine damlarken buluyorum onu. “Bu kadar merak bedenini yorar.’ desem de beni dinlemiyor. Anneler hayatlarını çocukları için korkarak tüketiyor.
On beş yaş. Karar verme zamanı. İnsanın bir kıza gezinti bile teklif edemezken geleceğini belirlemesi büyük saçmalık.
Henüz yanımdaki evde oturan Lea’nın elini tutamamışken, hayat planlarını nasıl yapabilirim.
Denizcilik okulu. Brest’e taşınmam gerekiyor. Ailem gelişim sürecimi kabullenmeye direniyor. Gitmemem için sınırlar zorlanıyor. Duygu sömürüsü yetersiz kalıyor. Ne yapalım, büyümek arkanda mutsuz iki insan bırakmak demek.
Her gün karatahtayla sınırlanan hayal gücümde, balıkların hareketlerini betimliyorum. Fırçam kalemim oluyor, kelimelerse renklerim. Ne yazık ki yıllar hayallerimde yaşattığım gibi geçmiyor. Denize açılmamız çok zaman alıyor. İnsan karada nasıl öğrenebilir ki derinlik sarhoşlluğunu?
Babamın söylediklerini ancak puslu bir öğleden sonrasında tahta sıralarda otururken anlayabiliyorum. Yazmak kızgınlıklarımın ilacı oluyor. konuşamadığım her kelilme bir şiirin dizeleri olarak karşımda duruyor. Engel olamadığım bir tutku bedenimi esir alılyor. Her gün yalnız kalmayı bekliyorum, aklımda dönüp dolaşanları defterllerle paylaşabilmek için.
Jacques Riviere, 1905 onunla dolu. Günlerimiz gelmekte olan savaş yıllarını kurgulayarak ilerliyor. Ben insanın içine dönmesi gerektiğini hissediyorum. Kendi bencilliğimle ne kadar meşgul olabilirsem başka hayatlardan o kadar uzaklaşabilirim. En yakın arkadaşım, şiirlerimin ortağı, tartışmalarımın diğer tarafı Jacques…
Yazdıklarımı en çok o eleştiriyor. Okuduğunu anllıyorum. Birinin bana zara zaman ayıracak kadar değer vermesi ne güzel. Alain takma adının alltında beynimden geçenleri bağırıyorum.
Yaşlanmak, bir aile kurmak ve sevgi sözcükleri fısıldamak zorunluluğu beni çileden çıkartıyor.
Okulu bitirmeme bir yıl var. Doğum günüme dört gün kala, Brest Garı’nda dolanmaktayım. Her şey iç karartıcı. Yaşlanmak, bir aille kurmak ve sevgi sözcükleri fısıldamak zorunluluğu beni çileden çıkartıyor. Kurtulamadığım bir verem salgını gibi bir kadına tutulmak, yavaş yavaş ölüme gitmek, egolarım ayaklarının altında kaldığında bile vazgeçememek. Zavallı bir adama dönüştürmeli beni aşk. Ne deniz kenarında, ne de sinemada perdesinde karşıma çıkıyor. Bekliyorum.
Sık sık yolculuk ediyorum. Beni hapis tutan hayatıma isyan etmemin tek yolu bu. Durmadan yer değiştirerek sıkıntılardan kurtuluyorum. Yollar beni genellikle Paris’e götürüyor. Büyük şapkallı kadınların ve frapan adamlların şehri. Sanatçılarla uzun sohbetler, serserilerle şarkılar paylaşıyorum. Binlerce zevk ve onllarca dokunuş. Hayat bu olsa gerek.
Ve Paris’te bir gün Ağustos’un beşi, Grand Palais civarlarında aşk beni keşfediyor. Önce gözlerim, ardından yüreğim.
Bir saniyelik zaman araılığında Yvonne’u sevdim.
İsmiyle tanımadım ben onu. Kimliğini, aile fotoğraflarını, ilk dişini hiç görmedim. Giysilerin içindeki hareketlenmelere takıldı bakışlarım. Kelimlerinde duyduklarım ilgimi çekti gözlerinin rengine bile bakmadım. Tesadüfleri büyülü, hissi yabancı, heyecanı cezbediciydi. Havayla, geceyle, kullandığı parfümle, müziğin tınısıyla ilgisi yoktu. Anlık kararlar gidişatını belirledi. Bedeninin kıvrımları ve ellerinin dansı.
Rüyallarıma hükmediyor kadın. Gelecekte yanımda görmek istediğim, sokakta takip ettiğim, kalbimin hakimi Yvonne.
Aylarca evinin önünde, sokaklarda, kanalın kenarında onu arıyorum. Onlarca mektup yazıp ceplerimde saklıyorum. Bir gün yeniden görme umudumu hiç yitirmeden… Avareliğin katili tutkular, başka kadınlarıda görüş açımdan kaldırıyor. Bir çöp koutusundan ya da tabeladan daha fazla ilgimi çekmiyorlar.
… ve Yvonne bir haziran günü yine karşıma çıkıyor.
Güneş, parmağındaki yüzüğü aydınlatırken utangaç gözlerle beni izliyor. Çaresizliğim gizlice hoşuna gidiyor. Sadakat ne büyük bir yalan. Kadınlar yabancı bir adam tarafından arzulanmayı isteyen sefil yaratıklar. Yvonne tatmin olmuş egolarıyla gitmek istiyor. Ben de izin veriyorum. Kalbimi daha fazla kullanamıyor.
Bazen alkollü bir gecenin sabahında, çoğunlukla şiirlerimi yazdığım masamda, gözlerimi her kapadığımda ilk günkü gibi anımsıyorum Yvonne’u. Beyaz elbislleri ve çiçekli şapkasıyla. Benim sevdiğim gibi saf ve cüretkâr.
Okul bittiğinde Paris’e yolculuğa çıkıyorum. Yıl 1910.
Ayaklarım bedenimi bulvarlara sürüklüyor. Geniş meydanlar arıyorum boğulmamak için. Riviere’e mektuplar yazıyorum. Sayıklamalar düşüncelerimden arınmama yardımcı oluyor. Paris Journall gazetesinde iş, boş zamanlarımı dolduruyor. Muhabirlik. Gerçekler o kadar da çok ilgimi çekmiyor. Her gün değişen dünya gündemi, kanlı fotoğrafllar, katliamda ölmüş çocuklar. Hayat buysa eğer, neden yaşamaya çalışarak vakit harcayalım? Yeni bir şeyler aramalıyım. Buralarda takılmama yardımco labilecek bir bakış açısı.
Harıl harıl kitabımı yazıyorum. Herkesten inatla sakladığım hikayelerim. İçimdeki sızıları yaratıcılığın alıp götürmesini bekliyorum. Sayfalar ardı ardına dizilmeye başladığında kararlarımdan emin oluyorum. Ben yazmak için görevlendirilmişim.
Bu sıralar gündemde politika. Sanki birilerinin söyledikleri, verdikleri sözler v egeleceğe yatırımlar savaşa engel olabilecekmiş gibi. İçinde olursam korkmayı bırakırım belki. Casimir Perrier’nin yanında çalışmaya başlıyorum. Hiç değilse entrikalar dünyasını yakından tanıyabilirim.
Tekrarlardan ibaret. Kaçtıklarımız yakalıyor, vazgeçtiklerimiz yolumuzu kesiyor. Ben Yvonne’u kalbimden çıkarmaya çalışırken gölgem arkamda dolanıyor. Tesadüfler, entrika dolu planlarla karşıma dikiliyor. Yalnızlıktan bunaldığım, sevgiye muhtaç olduğun anları kolluyor.
Birini unutmak için görmemek bile yetmiyor. Aşkın sırlarıyla o kadar vakit kaybediyorum ki, kitabım yavaşlıyor. Eskiden acı bana yazı yazdırırdı. Şimdi hüzünler bile rutine bağlıyor.
Simone’la ilişkim bu buhranlı günlerde başlıyor. Basit fazla düşündürmeyen, endişesiz bir kadın. Hayatını sahne üzerinde büyük laflar ederek geçiriyor. Seyirciler arasında onu izlerken bir kadına değil bir tanrıçaya aitmişim gibi hissediyorum. O sadece benim değil, bütün adamların düşlerini zorluyor.
Kitap ilerliyor. Ağır aksak. bazı günler sayfalar dolduruyourm. Beynimdekileri kusmak için eve zor atıyorum kendimi, betimlemeler kalemimden dökülüyor. Diğer günler kurak. Mecburen bir iki kelime karalıyorum. ‘Bugün çalıştım’ diyerek kendimi kandırmam gerek.
1913’te son kelimeyi yazdığımda kitap bitiyor. Le Grand Meaulnes (Kayıp Ülke) ilk kez bir dergide yayımlandığında insanların ilgisi beni şaşkına çeviriyor. Çocuğunu evlatlık veren bir baba gibi yayınevine teslim ediyorum onu. Biliyorum kimse benim kadar iyi bakamaz ama.
Ün geliyor. Birden söylediklerim önem kazanıyor. İnsanlar kahvellerde benimle konuşmak için bekliyor, zamanın gidişatı hakkında fikrim alınıyor. Konuşmak o kadar zor ki bütün bu karmaşada.
Şöhret sarhoşluğu uzun sürmüyor.
Herkesi savaşa alıyorlar. Hayatta kalmak için can almak. Bu ikilemi çözmeye insan beyninin sınırları yetebilir mi?
Ellerimizde silahlar ateş etmeyi öğretiyorlar. Hedefe kitlen, tetiğe dokun! Namludan çıkan mermi sana zevk verecektir. Ben kurşunların sesiyle yerimden zıplıyorum. Tüfeği kendime doğrultma dürtüsüne karşı koymaya çalışıyorum. Evim çok uzaklarda. Önümü göremiyorum. Sabah karanlığında uyandırılıyorlar bizi. Bir köle gibi… Bizi birbirimizden rüyalar ayırıyor. Geçmişi düşündükçe bulantı başlıyor…
Eylül 1915. Her an etrafımıza bombalalr düşüyor. Gökyüzündeki uçaklar güneşi gölgeliyor. Yatağa gidemiyoruz. Uyku yalnızca dakikalarla geliyor. Beyazı unutuyorum. Öldürülüyorum. Bugün bile nereden geldiğini bilmediğim kurşunlarla. Cephe arkadaşlarım çaresizlikle beni vurmuş olabilir, düşmanların tesadüfi hedeflerinden daha az canımı yakar bu.
Cesedim kayıp. Uzun yıllardır, yerin derinliklerindeki bir çukurda yatarken değişmekte olan dünyayı gözlemliyorum. Kıskançlık, hırs ve bencillik, asla geçmişe ihanet etmiyor.
Cehennem ya da cennet palavra. Başka bir dünyaya taşınmıyor bedenim. 1991’de toprağa karışmış kemiklerimi bulduklarında utançla ileriye akan yılları izliyorum. Zamana müdahale edemiyor bedenim.